Saffat suresi türkçe okunuş sesli takip
Kuranı kerimin 37. sıradaki 37. suresi (37. sure) saffat suresinin Kolay ezberleme ve doğru okuma için okunuşu ile latin harflerle yazılışını ve anlamını en kolay anlaşılan şekilde biraraya getirdik. dilerseniz surenin sonundan mp3 olarak bu sureyi indirebilirsiniz. Allah Blogumdan faydalananlara zihin açıklığı versin.
Alternatif: >>> İndir
Bismillahirrahmanirrahim - Rahman ve Rahim Olan Allah'ın ismi ile
Sâffât 1
- Ves sâffati saffâ(saffen).
- بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ وَٱلصَّٰٓفَّٰتِ صَفًّا
- (1-4) Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.
Sâffât 2
- Fez zâcirâti zecrâ(zecran).
- فَٱلزَّٰجِرَٰتِ زَجْرًا
- (1-4) Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.
Sâffât 3
- Fet tâliyâti zikrâ(zikran).
- فَٱلتَّٰلِيَٰتِ ذِكْرًا
- (1-4) Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.
Sâffât 4
- İnne ilâhekum le vâhıd(vâhıdun).
- إِنَّ إِلَٰهَكُمْ لَوَٰحِدٌ
- (1-4) Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.
Sâffât 5
- Rabbus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve rabbul meşârık(meşârıkı).
- رَّبُّ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ ٱلْمَشَٰرِقِ
- O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Doğuların da (Batıların da) Rabbidir.
Sâffât 6
- İnnâ zeyyennes semâed dunyâ bi zîynetinil kevâkib(kevâkibi).
- إِنَّا زَيَّنَّا ٱلسَّمَآءَ ٱلدُّنْيَا بِزِينَةٍ ٱلْكَوَاكِبِ
- Biz, en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.
Sâffât 7
- Ve hıfzan min kulli şeytânin mârid(mâridin).
- وَحِفْظًا مِّن كُلِّ شَيْطَٰنٍ مَّارِدٍ
- Onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk.
Sâffât 8
- Lâ yessemmeûne ilel meleil a’lâ ve yukzefûne minkulli cânib(cânibin).
- لَّا يَسَّمَّعُونَ إِلَى ٱلْمَلَإِ ٱلْأَعْلَىٰ وَيُقْذَفُونَ مِن كُلِّ جَانِبٍ
- (8-9) Onlar, yüce topluluğu (ileri gelen melekler topluluğunu) dinleyemezler. Kovulmaları için her taraftan taşa tutulurlar. Onlar için sürekli bir azap da vardır.
Sâffât 9
- Duhûran ve lehum azâbun vâsib(vâsibun).
- دُحُورًا ۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ
- (8-9) Onlar, yüce topluluğu (ileri gelen melekler topluluğunu) dinleyemezler. Kovulmaları için her taraftan taşa tutulurlar. Onlar için sürekli bir azap da vardır.
Sâffât 10
- İllâ men hatıfel hatfete fe etbeahu şihâbun sâkib(sâkibun).
- إِلَّا مَنْ خَطِفَ ٱلْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُۥ شِهَابٌ ثَاقِبٌ
- Ancak onlardan söz kapan olur. Onu da delip geçen bir alev izler (ve yok eder).
Sâffât 11
- Festeftihim e hum eşeddu halkan em men halaknâ, innâ halaknâhum min tînin lâzib(lâzibin).
- فَٱسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَم مَّنْ خَلَقْنَآ ۚ إِنَّا خَلَقْنَٰهُم مِّن طِينٍ لَّازِبٍۭ
- (Ey Muhammed!) Şimdi sen onlara sor: “Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa yarattığımız diğer şeyleri yaratmak mı?" Şüphesiz biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.
Sâffât 12
- Bel acibte ve yesharûn(yesharûne).
- بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ
- Hayır, sen (onların hâline) şaştın, onlar ise alay ediyorlar.
Sâffât 13
- Ve izâ zukkirû lâ yezkurûn(yezkurûne).
- وَإِذَا ذُكِّرُوا۟ لَا يَذْكُرُونَ
- Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt almıyorlar.
Sâffât 14
- Ve izâ raev âyeten yesteshırûn(yesteshırûne).
- وَإِذَا رَأَوْا۟ ءَايَةً يَسْتَسْخِرُونَ
- Bir mucize gördükleri zaman onu alaya alıyorlar.
Sâffât 15
- Ve kâlû in hâzâ illâ sihrun mubîn(mubînun).
- وَقَالُوٓا۟ إِنْ هَٰذَآ إِلَّا سِحْرٌ مُّبِينٌ
- (Dediler ki:) “Bu bir büyüden başka bir şey değildir.”
Sâffât 16
- E izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le meb’ûsûn(meb’ûsûne).
- أَءِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَبْعُوثُونَ
- “Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi tekrar diriltileceğiz?”
Sâffât 17
- E ve âbâunel evvelûn(evvelûne).
- أَوَءَابَآؤُنَا ٱلْأَوَّلُونَ
- “Önceden gelip geçmiş atalarımız da mı?”
Sâffât 18
- Kul neam ve entum dâhırûn(dâhırûne).
- قُلْ نَعَمْ وَأَنتُمْ دَٰخِرُونَ
- De ki: “Evet, hem de siz aşağılanmış kimseler olarak (diriltileceksiniz).”
Sâffât 19
- Fe innemâ hiye zecretun vâhıdetun fe izâ hum yenzurûn(yenzurûne).
- فَإِنَّمَا هِىَ زَجْرَةٌ وَٰحِدَةٌ فَإِذَا هُمْ يَنظُرُونَ
- O ancak şiddetli bir sesten ibarettir. Bir de bakarsın ki onlar (diriltilmiş hazır) beklemektedirler.
Sâffât 20
- Ve kâlû yâ veylenâ hâzâ yevmud dîn(dîni).
- وَقَالُوا۟ يَٰوَيْلَنَا هَٰذَا يَوْمُ ٱلدِّينِ
- Şöyle diyecekler: “Vay başımıza gelene! Bu beklenen ceza günüdür.”
Sâffât 21
- Hâzâ yevmul faslillezî kuntum bihî tukezzibûn(tukezzibûne).
- هَٰذَا يَوْمُ ٱلْفَصْلِ ٱلَّذِى كُنتُم بِهِۦ تُكَذِّبُونَ
- Onlara, “İşte bu, yalanlamakta olduğunuz hüküm ve ayırım günüdür” denilir.
Sâffât 22
- Uhşurûllezîne zalemû ve ezvâcehum ve mâ kânû ya’budûn(ya’budûne).
- ۞ ٱحْشُرُوا۟ ٱلَّذِينَ ظَلَمُوا۟ وَأَزْوَٰجَهُمْ وَمَا كَانُوا۟ يَعْبُدُونَ
- (22-24) Allah, meleklere şöyle emreder: “Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.”
Sâffât 23
- Min dûnillâhi fehdûhum ilâ sırâtıl cahîm(cahîmi).
- مِن دُونِ ٱللَّهِ فَٱهْدُوهُمْ إِلَىٰ صِرَٰطِ ٱلْجَحِيمِ
- (22-24) Allah, meleklere şöyle emreder: “Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.”
Sâffât 24
- Vakıfûhum innehum mes’ûlûn(mes’ûlûne).
- وَقِفُوهُمْ ۖ إِنَّهُم مَّسْـُٔولُونَ
- (22-24) Allah, meleklere şöyle emreder: “Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.”
Sâffât 25
- Mâ lekum lâ tenâsarûn(tenâsarûne).
- مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ
- Onlara, “Ne diye yardımlaşmıyorsunuz?” denir.
Sâffât 26
- Bel humul yevme musteslimûn(musteslimûne).
- بَلْ هُمُ ٱلْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ
- Hayır, onlar bugün teslim olmuş kimselerdir.
Sâffât 27
- Ve akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn(yetesâelûne).
- وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ يَتَسَآءَلُونَ
- Birbirlerine yönelip sorarlar (çekişirler).
Sâffât 28
- Kâlû innekum kuntum te’tûnenâ anil yemîn(yemîni).
- قَالُوٓا۟ إِنَّكُمْ كُنتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ ٱلْيَمِينِ
- Şöyle derler: “Siz bize sağdan gelirdiniz. Bize haktan yana görünürdünüz.”
Sâffât 29
- Kâlû bel lem tekûnû mû’minîn(mû’minîne).
- قَالُوا۟ بَل لَّمْ تَكُونُوا۟ مُؤْمِنِينَ
- Diğerleri de onlara şöyle derler: “Hayır, siz zaten mü’min kimseler değildiniz.”
Sâffât 30
- Ve mâ kâne lenâ aleykum min sultân(sultânin), bel kuntum kavmen tâgîn(tâgîne).
- وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُم مِّن سُلْطَٰنٍۭ ۖ بَلْ كُنتُمْ قَوْمًا طَٰغِينَ
- “Bizim, sizin üzerinizde hiçbir hâkimiyetimiz yoktu. Hatta siz azgın bir kavimdiniz.”
Sâffât 31
- Fe hakka aleynâ kavlu rabbinâ innâ le zâıkûn(zâıkûne).
- فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَآ ۖ إِنَّا لَذَآئِقُونَ
- “Artık Rabbimizin sözü (azap) bizim hakkımızda gerçekleşti. Biz onu mutlaka tadacağız.”
Sâffât 32
- Fe agveynâkum innâ kunnâ gâvîn(gâvîne).
- فَأَغْوَيْنَٰكُمْ إِنَّا كُنَّا غَٰوِينَ
- “Evet, biz sizi saptırdık. Çünkü biz de sapkın kimselerdik.”
Sâffât 33
- Fe innehum yevme izin fîl azâbi muşterikûn(muşterikûne).
- فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍ فِى ٱلْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ
- Artık onlar o gün azapta ortaktırlar.
Sâffât 34
- İnnâ kezâlike nef’alu bil mucrimîn(mucrimîne).
- إِنَّا كَذَٰلِكَ نَفْعَلُ بِٱلْمُجْرِمِينَ
- İşte biz suçlulara böyle yaparız.
Sâffât 35
- İnnehum kânû izâ kîle lehum lâ ilâhe illallâhu yestekbirûn(yestekbirûne).
- إِنَّهُمْ كَانُوٓا۟ إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَآ إِلَٰهَ إِلَّا ٱللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ
- Çünkü onlar, kendilerine, “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” denildiği zaman, inanmayıp büyüklük taslıyorlardı.
Sâffât 36
- Ve yekûlûne e innâ le târikû âlihetinâ li şâirin mecnûn(mecnûnin).
- وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُوٓا۟ ءَالِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَّجْنُونٍۭ
- “Biz, deli bir şair için ilâhlarımızı mı terk edeceğiz?” diyorlardı.
Sâffât 37
- Bel câe bil hakkı ve saddakal murselîn(murselîne).
- بَلْ جَآءَ بِٱلْحَقِّ وَصَدَّقَ ٱلْمُرْسَلِينَ
- Hayır, öyle değil. O, hakkı getirmiş, (önceki) peygamberleri de tasdik etmiştir.
Sâffât 38
- İnnekum le zâikûl azâbil elîm(elîmi).
- إِنَّكُمْ لَذَآئِقُوا۟ ٱلْعَذَابِ ٱلْأَلِيمِ
- Şüphesiz siz mutlaka elem dolu azabı tadacaksınız.
Sâffât 39
- Ve mâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
- وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
- Siz ancak işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılırsınız.
Sâffât 40
- İllâ ibâdallâhil muhlesîn(muhlesîne).
- إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ
- Ancak Allah’ın halis kulları başka.
Sâffât 41
- Ulâike lehum rizkun ma’lûm(ma’lûmun).
- أُو۟لَٰٓئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَّعْلُومٌ
- (41-42) İşte onlar için belli bir rızık, meyveler vardır. Onlar ikram gören kimselerdir.
Sâffât 42
- Fevâkih(fevâkihu), ve hum mukremûn(mukremûne).
- فَوَٰكِهُ ۖ وَهُم مُّكْرَمُونَ
- (41-42) İşte onlar için belli bir rızık, meyveler vardır. Onlar ikram gören kimselerdir.
Sâffât 43
- Fî cennâtin naîm(naîmi).
- فِى جَنَّٰتِ ٱلنَّعِيمِ
- Onlar Naîm cennetlerindedirler.
Sâffât 44
- Alâ sururin mutekâbilîn(mutekâbilîne).
- عَلَىٰ سُرُرٍ مُّتَقَٰبِلِينَ
- Koltuklar üzerinde karşılıklı olarak otururlar.
Sâffât 45
- Yutâfu aleyhim bi ke’sin min maîn(maînin).
- يُطَافُ عَلَيْهِم بِكَأْسٍ مِّن مَّعِينٍۭ
- (45-46) Onların etrafında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır.
Sâffât 46
- Beydâe lezzetin liş şâribîn(şâribîne).
- بَيْضَآءَ لَذَّةٍ لِّلشَّٰرِبِينَ
- (45-46) Onların etrafında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır.
Sâffât 47
- Lâ fîhâ gavlun ve lâ hum anhâ yunzefûn(yunzefûne).
- لَا فِيهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنزَفُونَ
- Onda baş döndürme özelliği yoktur. Onlar, onu içmekle sarhoş da olmazlar.
Sâffât 48
- Ve indehum kâsırâtut tarfı în(înun).
- وَعِندَهُمْ قَٰصِرَٰتُ ٱلطَّرْفِ عِينٌ
- Yanlarında bakışlarını yalnızca kendilerine çevirmiş iri gözlü eşler vardır.
Sâffât 49
- Ke enne hunne beydun meknûn(meknûnun).
- كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌ مَّكْنُونٌ
- Sanki onlar (beyazlıklarıyla), saklanmış (gün yüzü görmemiş) yumurtalardır.
Sâffât 50
- Fe akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn(yetesâelûne).
- فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ يَتَسَآءَلُونَ
- Derken birbirlerine yönelip sorarlar.
Sâffât 51
- Kâle kâilun minhum innî kâne lî karîn(karînun).
- قَالَ قَآئِلٌ مِّنْهُمْ إِنِّى كَانَ لِى قَرِينٌ
- İçlerinden biri der ki: “Benim bir arkadaşım vardı.”
Sâffât 52
- Yekûlu e inneke le minel musaddikîn(musaddikîne).
- يَقُولُ أَءِنَّكَ لَمِنَ ٱلْمُصَدِّقِينَ
- “Sen de tekrar dirilmeyi tasdik edenlerden misin?” derdi.
Sâffât 53
- E izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le medînûn(medînûne).
- أَءِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَدِينُونَ
- “Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi hesaba çekileceğiz?”
Sâffât 54
- Kâle hel entum muttaliûn(muttaliûne).
- قَالَ هَلْ أَنتُم مُّطَّلِعُونَ
- Konuşan o kimse, yanındakilere, “Bakar mısınız, hâli ne oldu?” der.
Sâffât 55
- Fettalea fe reâhu fî sevâil cahîm(cahîmi).
- فَٱطَّلَعَ فَرَءَاهُ فِى سَوَآءِ ٱلْجَحِيمِ
- Kendisi de bakar ve onu cehennemin ortasında görür.
Sâffât 56
- Kâle tallâhi in kidte le turdîn(turdîne).
- قَالَ تَٱللَّهِ إِن كِدتَّ لَتُرْدِينِ
- Ona şöyle der: “Allah’a andolsun, neredeyse beni de helâk edecektin.”
Sâffât 57
- Ve lev lâ ni’metu rabbî le kuntu minel muhdarîn(muhdarîne).
- وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّى لَكُنتُ مِنَ ٱلْمُحْضَرِينَ
- “Rabbimin nimeti olmasaydı, mutlaka ben de cehenneme konulanlardan olmuştum.”
Sâffât 58
- E fe mâ nahnu bi meyyitîn(meyyitîne).
- أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ
- (58-59) “Nasıl, ilk ölümümüzden başka ölmeyecek miymişiz? Bize azap edilmeyecek miymiş?”
Sâffât 59
- İllâ mevtetenel ûlâ ve mâ nahnu bi muazzebîn(muazzebîne).
- إِلَّا مَوْتَتَنَا ٱلْأُولَىٰ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ
- (58-59) “Nasıl, ilk ölümümüzden başka ölmeyecek miymişiz? Bize azap edilmeyecek miymiş?”
Sâffât 60
- İnne hâzâ le huvel fevzul azîm(azîmu).
- إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ ٱلْفَوْزُ ٱلْعَظِيمُ
- Şüphesiz bu (cennetteki nimetlere ulaşmak) büyük bir başarıdır.
Sâffât 61
- Li misli hâzâ fel ya’melil âmilûn(âmilûne).
- لِمِثْلِ هَٰذَا فَلْيَعْمَلِ ٱلْعَٰمِلُونَ
- Çalışanlar böylesi için çalışsınlar!
Sâffât 62
- E zâlike hayrun nuzulen em şeceretuz zakkûm(zakkûmi).
- أَذَٰلِكَ خَيْرٌ نُّزُلًا أَمْ شَجَرَةُ ٱلزَّقُّومِ
- Ziyafet olarak bu mu daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?
Sâffât 63
- İnnâ cealnâhâ fitneten liz zâlimîn(zâlimîne).
- إِنَّا جَعَلْنَٰهَا فِتْنَةً لِّلظَّٰلِمِينَ
- Şüphesiz biz onu zalimler için bir imtihan aracı kıldık.
Sâffât 64
- İnnehâ şeceretun tahrucu fî aslil cahîm(cahîmi).
- إِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ فِىٓ أَصْلِ ٱلْجَحِيمِ
- O, cehennemin dibinde biten bir ağaçtır.
Sâffât 65
- Tal’uhâ ke ennehu ruûsuş şeyâtîn(şeyâtîni).
- طَلْعُهَا كَأَنَّهُۥ رُءُوسُ ٱلشَّيَٰطِينِ
- Onun meyveleri sanki şeytanların kafalarıdır.
Sâffât 66
- Fe innehum le âkilûne minhâ fe mâliûne min hel butûn(butûni).
- فَإِنَّهُمْ لَءَاكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِـُٔونَ مِنْهَا ٱلْبُطُونَ
- Cehennemlikler ondan yiyecekler ve onunla karınlarını dolduracaklardır.
Sâffât 67
- Summe inne lehum aleyhâ le şevben min hamîm(hamîmin).
- ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًا مِّنْ حَمِيمٍ
- Sonra onlar için bunun üstüne kaynar sudan karışık bir içecek vardır.
Sâffât 68
- Summe inne merciahum le ilel cahîm(cahîmi).
- ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى ٱلْجَحِيمِ
- Sonra onların dönüşleri mutlaka cehennemedir.
Sâffât 69
- İnnehum elfev âbâehum dâllîne.
- إِنَّهُمْ أَلْفَوْا۟ ءَابَآءَهُمْ ضَآلِّينَ
- Çünkü onlar babalarını sapık kimseler olarak buldular.
Sâffât 70
- Fe hum alâ âsârihim yuhreûn(yuhreûne).
- فَهُمْ عَلَىٰٓ ءَاثَٰرِهِمْ يُهْرَعُونَ
- Kendileri de onların izinden koşa koşa gitmektedirler.
Sâffât 71
- Ve lekad dalle kablehum ekserul evvelîn(evvelîne).
- وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ ٱلْأَوَّلِينَ
- Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.
Sâffât 72
- Ve lekad erselnâ fî him munzirîn(munzirîne).
- وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِم مُّنذِرِينَ
- Andolsun, biz onlara da uyarıcılar göndermiştik.
Sâffât 73
- Fanzur keyfe kâne âkibetul munzerîn(munzerîne).
- فَٱنظُرْ كَيْفَ كَانَ عَٰقِبَةُ ٱلْمُنذَرِينَ
- Bak, uyarılanların sonu nasıl oldu!
Sâffât 74
- İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
- إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ
- Ancak Allah’ın ihlâslı kulları başka.
Sâffât 75
- Ve lekad nâdânâ nûhun fe le ni’mel mucîbûn(mucîbûne).
- وَلَقَدْ نَادَىٰنَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ ٱلْمُجِيبُونَ
- Andolsun, Nûh bize dua edip seslenmişti. Biz ne güzel cevap vereniz!
Sâffât 76
- Ve necceynâhu ve ehlehu minel kerbil azîm(azîmi).
- وَنَجَّيْنَٰهُ وَأَهْلَهُۥ مِنَ ٱلْكَرْبِ ٱلْعَظِيمِ
- Onu ve ailesini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
Sâffât 77
- Ve cealnâ zurriyyetehu humul bâkîn(bâkîne).
- وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُۥ هُمُ ٱلْبَاقِينَ
- Onun neslini yeryüzünde kalanlar kıldık.
Sâffât 78
- Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
- وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ
- Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.
Sâffât 79
- Selâmun alâ nûhın fîl âlemîn(âlemîne).
- سَلَٰمٌ عَلَىٰ نُوحٍ فِى ٱلْعَٰلَمِينَ
- Âlemler içinde Nûh’a selâm olsun!
Sâffât 80
- İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
- إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ
- İşte biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Sâffât 81
- İnnehu min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).
- إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ
- Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.
Sâffât 82
- Summe agraknel âharîn(âharîne).
- ثُمَّ أَغْرَقْنَا ٱلْءَاخَرِينَ
- Sonra biz, diğerlerini suda boğduk.
Sâffât 83
- Ve inne min şîatihî le ibrâhîm(ibrâhîme).
- ۞ وَإِنَّ مِن شِيعَتِهِۦ لَإِبْرَٰهِيمَ
- Şüphesiz İbrahim de O’nun taraftarlarından idi.
Sâffât 84
- İz câe rabbehu bi kalbin selîm(selîmin).
- إِذْ جَآءَ رَبَّهُۥ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
- Hani o, Rabbine temiz bir kalple gelmişti.
Sâffât 85
- İz kâle li ebîhi ve kavmihî mâzâ ta’budûn(ta’budûne).
- إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِۦ مَاذَا تَعْبُدُونَ
- Hani babasına ve kavmine şöyle demişti: “Siz neye tapıyorsunuz?”
Sâffât 86
- E ifken âliheten dûnallâhi turîdûn(turîdûne).
- أَئِفْكًا ءَالِهَةً دُونَ ٱللَّهِ تُرِيدُونَ
- “Allah’ı bırakıp da birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz?”
Sâffât 87
- Fe mâ zannukum bi rabbil âlemîn(âlemîne).
- فَمَا ظَنُّكُم بِرَبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ
- “O hâlde, âlemlerin Rabbi hakkında görüşünüz nedir?”
Sâffât 88
- Fe nazara nazraten fîn nucûm(nucûmi).
- فَنَظَرَ نَظْرَةً فِى ٱلنُّجُومِ
- (88-89) İbrahim, yıldızlara baktı ve “Ben hastayım” dedi.
Sâffât 89
- Fe kâle innî sakîm(sakîmun).
- فَقَالَ إِنِّى سَقِيمٌ
- (88-89) İbrahim, yıldızlara baktı ve “Ben hastayım” dedi.
Sâffât 90
- Fe tevellev anhu mudbirîn(mudbirîne).
- فَتَوَلَّوْا۟ عَنْهُ مُدْبِرِينَ
- Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan uzaklaştılar.
Sâffât 91
- Ferâga ilâ âlihetihim fe kâle e lâ te’kulûn(te’kulûne).
- فَرَاغَ إِلَىٰٓ ءَالِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ
- İbrahim, onların putlarının tarafına gizlice gitti ve şöyle dedi: “Yemez misiniz?”
Sâffât 92
- Mâ lekum lâ tentıkûn(tentıkûne).
- مَا لَكُمْ لَا تَنطِقُونَ
- “Ne diye konuşmuyorsunuz?”
Sâffât 93
- Ferâga aleyhim darben bil yemîn(yemîni).
- فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًۢا بِٱلْيَمِينِ
- Derken üzerlerine yürüyüp onlara güçlü bir darbe indirdi.
Sâffât 94
- Fe akbelû ileyhi yeziffûn(yeziffûne).
- فَأَقْبَلُوٓا۟ إِلَيْهِ يَزِفُّونَ
- Kavmi (telaş içinde) koşarak ona doğru geldi.
Sâffât 95
- Kâle e ta’budûne mâ tenhıtûn(tenhıtûne).
- قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ
- İbrahim, şöyle dedi: “Yonttuğunuz putlara mı tapıyorsunuz?”
Sâffât 96
- Vallâhu halakakum ve mâ ta’melûn(ta’melûne).
- وَٱللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ
- “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.”
Sâffât 97
- Kâlûbnû lehu bunyânen fe elkûhu fîl cahîm(cahîmi).
- قَالُوا۟ ٱبْنُوا۟ لَهُۥ بُنْيَٰنًا فَأَلْقُوهُ فِى ٱلْجَحِيمِ
- Kavmi, “Onun için bir bina yapın, (içinde ateş yakın) ve onu ateşe atın” dedi.
Sâffât 98
- Fe erâdû bihî keyden fe cealnâ humul esfelîn(esfelîne).
- فَأَرَادُوا۟ بِهِۦ كَيْدًا فَجَعَلْنَٰهُمُ ٱلْأَسْفَلِينَ
- Böylece ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları en alçak kimseler kıldık.
Sâffât 99
- Ve kâle innî zâhibun ilâ rabbî seyehdîn(seyehdîni).
- وَقَالَ إِنِّى ذَاهِبٌ إِلَىٰ رَبِّى سَيَهْدِينِ
- İbrahim, şöyle dedi: “Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gideceğim. O, bana yol gösterecektir.”
0Sâffât 100
- Rabbi heb lî mines sâlihîn(sâlihîne).
- رَبِّ هَبْ لِى مِنَ ٱلصَّٰلِحِينَ
- “Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla.”
0Sâffât 101
- Fe beşşernâhu bi gulâmin halîm(halîmin).
- فَبَشَّرْنَٰهُ بِغُلَٰمٍ حَلِيمٍ
- Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik.
0Sâffât 102
- Fe lemmâ belega meahus sa’ye kâle yâ buneyye innî erâ fîl menâmi ennî ezbehuke fanzur mâzâ terâ, kâle yâ ebetif’al mâ tû’meru setecidunî inşâallâhu mines sâbirîn(sâbirîne).
- فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ ٱلسَّعْىَ قَالَ يَٰبُنَىَّ إِنِّىٓ أَرَىٰ فِى ٱلْمَنَامِ أَنِّىٓ أَذْبَحُكَ فَٱنظُرْ مَاذَا تَرَىٰ ۚ قَالَ يَٰٓأَبَتِ ٱفْعَلْ مَا تُؤْمَرُ ۖ سَتَجِدُنِىٓ إِن شَآءَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلصَّٰبِرِينَ
- Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi.
Sâffât 103
- Fe lemmâ eslemâ ve tellehu lil cebîn(cebîni).
- فَلَمَّآ أَسْلَمَا وَتَلَّهُۥ لِلْجَبِينِ
- (103-104) Nihayet her ikisi de (Allah’ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: “Ey İbrahim!”
Sâffât 104
- Ve nâdeynâhu en yâ ibrâhîm(ibrâhîmu).
- وَنَٰدَيْنَٰهُ أَن يَٰٓإِبْرَٰهِيمُ
- (103-104) Nihayet her ikisi de (Allah’ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: “Ey İbrahim!”
Sâffât 105
- Kad saddakter ru’yâ, innâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
- قَدْ صَدَّقْتَ ٱلرُّءْيَآ ۚ إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ
- “Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.”
Sâffât 106
- İnne hâzâ le huvel belâul mubîn(mubînu).
- إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ ٱلْبَلَٰٓؤُا۟ ٱلْمُبِينُ
- “Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır.”
Sâffât 107
- Ve fedeynâhu bi zibhın azîm(azîmin).
- وَفَدَيْنَٰهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ
- Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i) kurtardık.
Sâffât 108
- Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
- وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ
- Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.
Sâffât 109
- Selâmun alâ ibrâhîm(ibrâhîme).
- سَلَٰمٌ عَلَىٰٓ إِبْرَٰهِيمَ
- İbrahim’e selâm olsun.
Sâffât 110
- Kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
- كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ
- İyilik yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.
Sâffât 111
- İnnehu min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).
- إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ
- Çünkü o mü’min kullarımızdandı.
Sâffât 112
- Ve beşşernâhu bi ishâka nebiyyen mines sâlihîn(sâlihîne).
- وَبَشَّرْنَٰهُ بِإِسْحَٰقَ نَبِيًّا مِّنَ ٱلصَّٰلِحِينَ
- Biz onu salihlerden bir peygamber olarak İshak ile de müjdeledik.
Sâffât 113
- Ve bâreknâ aleyhi ve alâ ishâk(ishâka), ve min zurriyyetihimâ muhsinun ve zâlimun li nefsihi mubîn(mubînun).
- وَبَٰرَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَىٰٓ إِسْحَٰقَ ۚ وَمِن ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِّنَفْسِهِۦ مُبِينٌ
- Onu da İshak’ı da uğurlu kıldık. Her ikisinin nesillerinden iyilik yapanlar da vardı, kendine apaçık zulmedenler de.
Sâffât 114
- Ve lekad menennâ alâ mûsâ ve hârûn(hârûne).
- وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَٰرُونَ
- Andolsun, biz Mûsâ’ya ve Hârûn’a da lütufta bulunduk.
Sâffât 115
- Ve necceynâ humâ ve kavme humâ minel kerbil azîm(azîmi).
- وَنَجَّيْنَٰهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ ٱلْكَرْبِ ٱلْعَظِيمِ
- Onları ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
Sâffât 116
- Ve nasarnâhum fe kânû humul gâlibîn(gâlibîne).
- وَنَصَرْنَٰهُمْ فَكَانُوا۟ هُمُ ٱلْغَٰلِبِينَ
- Onlara yardım ettik de onlar galip gelenler oldular.
Sâffât 117
- Ve âteynâ humel kitâbel mustebîn(mustebîne).
- وَءَاتَيْنَٰهُمَا ٱلْكِتَٰبَ ٱلْمُسْتَبِينَ
- Biz onlara (hükümlerimizi) açıklayan Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik.
Sâffât 118
- Ve hedeynâ humes sırâtal mustekîm(mustekîme).
- وَهَدَيْنَٰهُمَا ٱلصِّرَٰطَ ٱلْمُسْتَقِيمَ
- Onları doğru yola ilettik.
Sâffât 119
- Ve tereknâ aleyhimâ fîl âhirîn(âhirîne).
- وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِى ٱلْءَاخِرِينَ
- Sonradan gelenler arasında onlara güzel birer ad bıraktık.
Sâffât 120
- Selâmun alâ mûsâ ve hârûn(hârûne).
- سَلَٰمٌ عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَٰرُونَ
- Mûsâ’ya ve Hârûn’a selâm olsun.
Sâffât 121
- İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
- إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ
- Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Sâffât 122
- İnne humâ min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).
- إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ
- Çünkü onlar mü’min kullarımızdan idiler.
Sâffât 123
- Ve inne ilyâse le minel murselîn(murselîne).
- وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ
- Şüphesiz İlyas da peygamberlerden idi.
Sâffât 124
- İz kâle li kavmihî e lâ tettekûn(tettekûne).
- إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِۦٓ أَلَا تَتَّقُونَ
- Hani kavmine şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”
Sâffât 125
- Eted’ûne ba’len ve tezerûne ahsenel hâlikîn(hâlikîne).
- أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ ٱلْخَٰلِقِينَ
- (125-126) “Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah’ı bırakarak “Ba’l’e mi tapıyorsunuz?”
Sâffât 126
- Allâhe rabbekum ve rabbe âbâikumul evvelîn(evvelîne).
- ٱللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ ءَابَآئِكُمُ ٱلْأَوَّلِينَ
- (125-126) “Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah’ı bırakarak “Ba’l’e mi tapıyorsunuz?”
Sâffât 127
- Fe kezzebûhu fe inne hum le muhdarûn(muhdarûne).
- فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ
- Onu yalanladılar. Bu sebeple onlar (cehenneme) götürüleceklerdir.
Sâffât 128
- İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
- إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ
- Ancak Allah’ın ihlâslı kulları başka.
Sâffât 129
- Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
- وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ
- Sonradan gelenler içerisinde ona güzel bir ad bıraktık.
Sâffât 130
- Selâmun alâ ilyâsîn(ilyâsîne).
- سَلَٰمٌ عَلَىٰٓ إِلْ يَاسِينَ
- İlyas’a selâm olsun.
Sâffât 131
- İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
- إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ
- Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Sâffât 132
- İnnehu min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).
- إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ
- Çünkü o bizim mü’min kullarımızdandı.
Sâffât 133
- Ve inne lûtan le minel murselîn(murselîne).
- وَإِنَّ لُوطًا لَّمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ
- Şüphesiz Lût da peygamberlerdendi.
Sâffât 134
- İz necceynâhu ve ehlehû ecmaîn(ecmaîne).
- إِذْ نَجَّيْنَٰهُ وَأَهْلَهُۥٓ أَجْمَعِينَ
- (134-135) Hani biz onu ve geride kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın (kâfir olan eşi) dışında bütün ailesini kurtarmıştık.
Sâffât 135
- İllâ acûzen fîl gâbirîn(gâbirîne).
- إِلَّا عَجُوزًا فِى ٱلْغَٰبِرِينَ
- (134-135) Hani biz onu ve geride kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın (kâfir olan eşi) dışında bütün ailesini kurtarmıştık.
Sâffât 136
- Summe demmernel âharîn(âharîne).
- ثُمَّ دَمَّرْنَا ٱلْءَاخَرِينَ
- Sonra da diğerlerini yok ettik.
Sâffât 137
- Ve innekum le temurrûne aleyhim musbihîn(musbihîne).
- وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِم مُّصْبِحِينَ
- (137-138) Şüphesiz sizler (yolculuklarınız sırasında) sabah akşam onların (harap olmuş) yurtlarına uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ düşünmeyecek misiniz?
3Sâffât 138
- Ve bil leyl(leyli), e fe lâ ta’kılûn(ta’kılûne).
- وَبِٱلَّيْلِ ۗ أَفَلَا تَعْقِلُونَ
- (137-138) Şüphesiz sizler (yolculuklarınız sırasında) sabah akşam onların (harap olmuş) yurtlarına uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ düşünmeyecek misiniz?
3Sâffât 139
- Ve inne yûnuse le minel murselîn(murselîne).
- وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ
- Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi.
Sâffât 140
- İz ebeka ilel fulkil meşhûn(meşhûni).
- إِذْ أَبَقَ إِلَى ٱلْفُلْكِ ٱلْمَشْحُونِ
- Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti.
Sâffât 141
- Fe sâheme fe kâne minel mudhadîn(mudhadîne).
- فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ ٱلْمُدْحَضِينَ
- Gemidekilerle kur’a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu.
Sâffât 142
- Feltekamehul hûtu ve huve mulîm(mulîmun).
- فَٱلْتَقَمَهُ ٱلْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ
- Böylece, Yûnus kendini kınayıp dururken balık onu yuttu.
Sâffât 143
- Fe lev lâ ennehu kâne minel musebbihîn(musebbihîne).
- فَلَوْلَآ أَنَّهُۥ كَانَ مِنَ ٱلْمُسَبِّحِينَ
- (143-144) Eğer o, Allah’ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.
Sâffât 144
- Le lebise fî batnihî ila yevmi yub’asûn(yub’asûne).
- لَلَبِثَ فِى بَطْنِهِۦٓ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ
- (143-144) Eğer o, Allah’ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.
Sâffât 145
- Fe nebeznâhu bil arâi ve huve sakîm(sakîmun).
- ۞ فَنَبَذْنَٰهُ بِٱلْعَرَآءِ وَهُوَ سَقِيمٌ
- Derken biz onu hasta bir hâlde sahile attık.
Sâffât 146
- Ve enbetnâ aleyhi şecereten min yaktîn(yaktînin).
- وَأَنۢبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِّن يَقْطِينٍ
- Üzerine geniş yapraklı bir ağaç bitirdik.
Sâffât 147
- Ve erselnâhu ilâ mieti elfin ev yezîdûn(yezidûne).
- وَأَرْسَلْنَٰهُ إِلَىٰ مِا۟ئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ
- Biz onu yüz bin, yahut daha fazla insana peygamber olarak gönderdik.
Sâffât 148
- Fe âmenû fe metta’nâhum ilâ hîn(hînin).
- فَـَٔامَنُوا۟ فَمَتَّعْنَٰهُمْ إِلَىٰ حِينٍ
- Nihayet onlar iman ettiler. Biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.
Sâffât 149
- Festeftihim e li rabbikel benâtu ve lehumul benûn(benûne).
- فَٱسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ ٱلْبَنَاتُ وَلَهُمُ ٱلْبَنُونَ
- Ey Muhammed! Onlara sor: Kız çocukları Rabbinin de, erkek çocukları onların mı?
Sâffât 150
- Em halaknel melâikete inâsen ve hum şâhidûn(şâhidûne).
- أَمْ خَلَقْنَا ٱلْمَلَٰٓئِكَةَ إِنَٰثًا وَهُمْ شَٰهِدُونَ
- Yoksa biz melekleri dişi olarak yaratmışız da onlar şahid mi bulunuyorlarmış?
Sâffât 151
- E lâ innehum min ifkihim le yekûlûn(yekûlûne).
- أَلَآ إِنَّهُم مِّنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ
- (151-152) İyi bilin ki onlar kendi uydurmaları olarak, “Allah çocuk sahibi oldu” diyorlar. Onlar elbette yalan söylüyorlar.
Sâffât 152
- Veledallâhu ve innehum le kâzibûn(kâzibûne).
- وَلَدَ ٱللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَٰذِبُونَ
- (151-152) İyi bilin ki onlar kendi uydurmaları olarak, “Allah çocuk sahibi oldu” diyorlar. Onlar elbette yalan söylüyorlar.
Sâffât 153
- Astafel benâti alel benîn(benîne).
- أَصْطَفَى ٱلْبَنَاتِ عَلَى ٱلْبَنِينَ
- Yoksa Allah kızları erkeklere tercih mi etti?
Sâffât 154
- Mâ lekum, keyfe tahkumûn(tahkumûne).
- مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ
- Neyiniz var? Nasıl hüküm veriyorsunuz!
Sâffât 155
- E fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
- أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
- Hiç düşünmüyor musunuz?
Sâffât 156
- Em lekum sultânun mubîn(mubînun).
- أَمْ لَكُمْ سُلْطَٰنٌ مُّبِينٌ
- Yoksa sizin apaçık bir deliliniz mi var?
5Sâffât 157
- Fe’tû bi kitâbikum in kuntum sâdikîn(sâdikîne).
- فَأْتُوا۟ بِكِتَٰبِكُمْ إِن كُنتُمْ صَٰدِقِينَ
- Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz getirin (bu delili içeren) kitabınızı!
5Sâffât 158
- Ve cealû beynehu ve beynel cinneti nesebâ(neseben), ve lekad alimetil cinnetu innehum le muhdarûn(muhdarûne).
- وَجَعَلُوا۟ بَيْنَهُۥ وَبَيْنَ ٱلْجِنَّةِ نَسَبًا ۚ وَلَقَدْ عَلِمَتِ ٱلْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ
- Allah ile cinler arasında da nesep bağı kurdular. Oysa cinler de kendilerinin Allah’ın huzuruna getirileceklerini bilirler.
5Sâffât 159
- Subhânallâhi ammâ yasifûn(yasifûne).
- سُبْحَٰنَ ٱللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ
- Allah, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir.
Sâffât 160
- İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
- إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ
- Ancak Allah’ın ihlâslı kulları bunlar gibi değildir.
Sâffât 161
- Fe innekum ve mâ ta’budûn(ta’budûne).
- فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ
- (161-163) (Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız, cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah’ın yolundan saptırabilirsiniz.
Sâffât 162
- Mâ entum aleyhi bi fâtinîn(fâtinîne).
- مَآ أَنتُمْ عَلَيْهِ بِفَٰتِنِينَ
- (161-163) (Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız, cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah’ın yolundan saptırabilirsiniz.
Sâffât 163
- İllâ men huve sâlil cahîm(cahîmi).
- إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ ٱلْجَحِيمِ
- (161-163) (Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız, cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah’ın yolundan saptırabilirsiniz.
Sâffât 164
- Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm(ma’lûmun).
- وَمَا مِنَّآ إِلَّا لَهُۥ مَقَامٌ مَّعْلُومٌ
- (Melekler derler ki:) “Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır.”
Sâffât 165
- Ve innâ le nahnus sâffûn(sâffûne).
- وَإِنَّا لَنَحْنُ ٱلصَّآفُّونَ
- “Şüphesiz biz (orada) saf duranlarız.”
Sâffât 166
- Ve innâ le nahnul musebbihûn(musebbihûne).
- وَإِنَّا لَنَحْنُ ٱلْمُسَبِّحُونَ
- “Şüphesiz biz (Allah’ı) tespih edip yüceltenleriz.”
Sâffât 167
- Ve in kânû le yekûlûn(yekûlûne).
- وَإِن كَانُوا۟ لَيَقُولُونَ
- (167-169) Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: “Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk.”
Sâffât 168
- Lev enne indenâ zikren minel evvelîn(evvelîne).
- لَوْ أَنَّ عِندَنَا ذِكْرًا مِّنَ ٱلْأَوَّلِينَ
- (167-169) Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: “Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk.”
6Sâffât 169
- Le kunnâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
- لَكُنَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ
- (167-169) Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: “Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk.”
Sâffât 170
- Fe keferû bih(bihî), fe sevfe ya’lemûn(ya’lemûne).
- فَكَفَرُوا۟ بِهِۦ ۖ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
- Fakat (kitap gelince) onu inkâr ettiler. Yakında (sonlarının ne olacağını) bilecekler.
Sâffât 171
- Ve lekad sebekat kelimetunâ li ibâdinel murselîn(murselîne).
- وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا ٱلْمُرْسَلِينَ
- Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti:
Sâffât 172
- İnnehum le humul mensûrûn(mensûrûne).
- إِنَّهُمْ لَهُمُ ٱلْمَنصُورُونَ
- “Onlara mutlaka yardım edilecektir.”
Sâffât 173
- Ve inne cundenâ le humul gâlibûn(gâlibûne).
- وَإِنَّ جُندَنَا لَهُمُ ٱلْغَٰلِبُونَ
- “Şüphesiz ordularımız galip gelecektir.”
Sâffât 174
- Fe tevelle anhum hattâ hîn(hînin).
- فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍ
- O hâlde, bir süreye kadar onlardan yüz çevir
Sâffât 175
- Ve ebsirhum fe sevfe yubsirûn(yubsirûne).
- وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ
- Gözetle onları, yakında onlar da görecekler.
Sâffât 176
- E fe bi azâbinâ yesta’cilûn(yesta’cilûne).
- أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ
- Yoksa onlar azabımızı acele mi istiyorlar?
Sâffât 177
- Fe izâ nezele bisâhatihim fe sâe sabâhul munzerîn(munzerîne).
- فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَآءَ صَبَاحُ ٱلْمُنذَرِينَ
- Fakat azabımız onların yurtlarına indiğinde, o uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!
Sâffât 178
- Ve tevelle anhum hattâ hîn(hînin).
- وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍ
- Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
Sâffât 179
- Ve ebsir fe sevfe yubsirûn(yubsırûne).
- وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ
- (Bekle ve) gör. Onlar da yakında görecekler.
Sâffât 180
- Subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn(yasifûne).
- سُبْحَٰنَ رَبِّكَ رَبِّ ٱلْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
- Senin Rabbin; kudret ve şeref sahibi olan Rab, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir.
Sâffât 181
- Ve selâmun alel murselîn(murselîne).
- وَسَلَٰمٌ عَلَى ٱلْمُرْسَلِينَ
- Peygamberlere selâm olsun.
Sâffât 182
- Vel hamdu lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).
- وَٱلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ
- Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
önceki sure
Yasin Suresi Sonraki Sure
Sad Suresi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Buraya Bir Yorum bırakarak sayfaya değer katabilirsiniz..
❗ Yorumlar Denetlendikten sonra yayınlanır ❗